9 Mart 2012 Cuma

Yaşayarak Öğrenmek


Napolyon bir gün tek başına düşman askerlerden kaçerken, küçük bir dükkana girer. Dükkan sahibi, Napolyon’u saklar ve onu kovalayan düşman askerlere de şu tarafa kaçtı diye yanlış yol gösterir. Nihayet bir süre sonra, Napolyon’un askerleri de olay yerinde bitiverir. Dükkan sahibi, ömründe bir daha karşılaşmayacağını düşündüğü Napolyon’a merak ile şöyle bir soru yöneltir;
-“Efendim, af buyurun ama ölümle bu denli burun buruna gelmek nasıl bir duygu ki?”
Napolyon birden öfkelenir; ve
-“Sen kim oluyorsun da benimle böyle dalga geçerek konuşuyorsun? Bu ne cüret! Askerler, bağlayın bu densizin gözünü ve hemen kurşuna dizin” diye talimat verir.
Dükkan sahibi gözü bağlı tir tir titremektedir. Büyük bir korku içerisinde, yaptığına pişman olur. “Tutamadım çenemi, ben ne yaptım, durup dururken ölüp gideceğim” der.
Kısa bir süre sonra; arkasından bir el uzanır ve gözündeki bağı açmaktadır. Adam bir döner ki arkasına; uzanan el Napolyon’un elidir. Şöyle der Napolyon;
“İşte Böyle Bir Duygu! Yaşayarak Öğrenmek, Bedeli En Yüksek Öğrenme Biçimidir.”
Yaşayarak öğrenmek, hayatın içerisinde edindiğimiz deneyimlere sahip olabilmektir. Deneyim sahibi olmak, yıllanmak veya çok yaşamak değildir. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenebilmektir. Sahip olduğumuz deneyimlerden aldığımız farkındalık ve algılama ile deneyim kazanabilmektir. Öğrenmeye olan merakımızın her geçen gün artıyor olması, bizi ilim sahibi insan yapar. Yaşayarak öğrenmek, ilim marifetimizin çoğalması ile alakalı bir süreçtir.
Yaşamın her alanındaki, deneyimlerimiz aracılığı ile öğrendiklerimiz, bizi güçlendirir. Örneğin, evlilik öncesi aile hayatı çok önemli deneyim zenginlikleri ile doludur. İnsanoğlu, aile kurmadan önce kendi ailesinde algıladıkları veya edindiği tecrübeler ile birtakım farkındalıklara sahip olur. Bunlar, evlilik hayatında çok işe yarayacak deneyimlerdir. Ancak çoğumuz, başlangıçta bu ince nüansları ve detayları fark edemeyiz. Evlilik öncesindeki aile hayatımız, olumlu veya olumsuz birçok yaşanmışlıklar ile dolu olabilir. Çocukluğumuzda, ebeveynlerimizin bize olan tavır ve davranışları birçok mesaj içerir. Anne babalarımızın birbirine olan davranışları, eşler arasındaki ilişki ve iletişim için gördüğümüz en temel örneklerdir. Ebeveynlerimizin, kendi ebeveynleri ile olan ilişkilerinin her biri, bizim için başlı başına kaynak içerir. Aile içerisinde edindiğimiz herhangi bir davranışı, farkında olmadan eşimize uygularken bulabiliriz kendimizi. Çocukluğumuzda, ebeveynimizden gördüklerimizi, farkında olmadan, kendi çocuğumuza uygularız. Bakışı ile hayır diyen bir baba ile büyüdüysek, bir de bakarız ki bizde kendi çocuğumuza bakışımız ile hayır diyebiliyoruz. Yaşlılara ve çocuklara öncelik tanınan bir ortamda büyüdüysek, kendimiz de farkında olmadan aynı davranışa sahip olmuşuzdur. Bir süre sonra, kendi çocuğumuzun da aynı davranışa sahip olduğunu fark ederiz.
Her birimiz, büyüklerimizden edindiğimiz olumlu veya olumsuz her bir şeyi hayata yansıtabilmekteyiz. Büyüklerimizi modeller, aile içinde yaşayarak öğrendiklerimiz ile yol haritalarımızı belirleriz. Ancak önemli olan, hem aile hayatımızda hem de kendimizde olumsuz olan özellikleri yakalayabilmektir. Onlar üzerinde bir emek sarf edebiliyor olmaktır. Sadece kendi yanılgılarımızdan değil, başkalarının yanılgılarından da dersler çıkarabilmektir. Sadece kendi hatalarımızdan değil, çevremizdeki diğer insanların hatalarından da öğretiler elde edebilmektir.

Daha doyumlu bir yaşam stiline sahip olabilmek ise hedefimiz, bedeli en yüksek öğrenme biçimi olan yaşayarak öğrenmeyi ilke edinebilmektir.


Şeyda Küçükel

27 Şubat 2012 Pazartesi

Alman Çoban Köpeği


KARAKTERİ:
Genellikle iş köpekleri olarak kullanılan Alman Çoban Köpekleri, dikkatli, her an tetikte, korkusuz ve heveslidir. Cesur, neşeli, itaatkâr ve öğrenmeye isteklidir. Büyük sadakat ve cesaretleriyle tanınırlar. Sakin bir dost gibidir asla düşmanca davranmaz. Ciddi ve neredeyse bir insan zekasına sahiptirler. Büyük bir öğrenme yetenekleri vardır. Alman Çoban Köpekleri, aileleriyle birlikte olmayı severler ve yabancılara karşı da çok ihtiyatlıdırlar. Bu köpek, ait olduğu insanlarla birlikte olmak ister, çok uzun süre yalnız bırakılmamalıdır. Yalnızca gerekli olduğunda havlarlar. Alman Çoban Köpekleri çok güçlü bir koruma içgüdüsüne sahip olduklarından, yetişkin olduklarında aşırı korumacılıklarının önlenmesi için geniş bir şekilde sosyalleştirilmelidir. Agresif ve insanlara saldırma gibi davranışlar, çoğunlukla kötü yetiştirme, eğitim ve ilgisizliğe bağlıdır. İyi yetiştirilmiş, iyi yönlendirilmiş ve eğitilmiş bir köpek, diğer ev hayvanlarıyla ve ailedeki çocuklarla iyi geçinir. Genç yaşlarda sıkı bir itaat eğitimi almalıdırlar. Alman Çoban Köpeğinizi saygın bir yetiştiriciden satın almanız da oldukça önemlidir. Bazıları çekingen, ürkek ve korkudan ısırmaya yatkın olabilir. Bir yavrunun neslini dikkatlice araştırın. Başarılı ev hayvanları olmaları için bu köpekler, genç yaşta ciddi ve sevgi dolu bir eğitimden geçirilerek sosyalleştirilebilir. Zorlayıcı veya sertlikle verilen eğitimler bu köpeklerde pek başarılı olmaz. Alman Çoban Köpeğinin gerçekten mutlu olması için, hayatta bir görevi olmalıdır. Bu köpek çok zeki olduğundan ve çok çabuk öğrendiğinden, çoban köpeği, bekçi köpeği, polis köpeği olarak ve körlere rehberlik etmekte, araştırma ve kurtarma hizmetlerinde ve de askeri alanlarda kullanılır. Alman Çoban Köpeği, schutzund, izleme, itaat, çeviklik flyball ve ring sporları gibi pek çok köpek etkinliğinde de başarılıdır. Hassas burnu, uyuşturucuların ve davetsiz misafirlerin kokusunu alır ve madenlerde patlama riskine karşı önceden uyarıda bulunabilir veya yerin 4.5 m altındaki borularda oluşan gaz sızıntılarını haber verebilir. Alman Çoban Köpeği, ayrıca popüler bir gösteri ve aile arkadaşıdır.

TARİHÇESİ:
Stephanitz ırkın gelişimini sağlamak için üretim programını "Horand" ve erkek kardeşi "Luchs" ile başlattı.Bu köpekler "Mores Plieningen" ile çiftleştiler."Mores Plieningen"ırkın gelişiminde oldukça pay sahibidir günümüzdeki her Alman Çobanında bu köpeğin kanı olduğu söylenebilir, büyük erkek kardeşinin ise Stuttgart hayvanat bahçesindeki bir kurt olduğu bilinmektedir. Horand'ın meshur oğullarından "Hektor von Schwaben" ikinci sieger olarak tarihe geçti ve ırkın  gelişmesinde önemli bir rol oynadı.Bu köpek kardeşi ile çiftleşerek "Boewulf", "Heinz Von Starkenberg" ve "Pilot3" dünyaya geldi.Fakat akraba arasındaki bu çiftleşmeler bir süre sonra istenmeyen ve orijinalden uzaklaşan yavrular meydana getirmeye başladı.Stephanitz bunu önlemek için akraba olmayan çoban köpekleri "Audifax von Grafrath" ve "Adolo von Graftrath" çiftleşme programına alındı.Stephanitz için bir diğer problem ise ırkın mizacındaki değişiklik ile diş bozuklukları idi ve hemen önlenmesi gerekiyordu.
1925 yılında Stephanitz "Klodo von Boxberg" i Sieger seçti.Klodo diğer köpeklerden derin ve geniş gövdesi,kısa beli,kendine has yürüyüşü ile ayırt edilebiliyordu.Klodo baskın bir erkek olarak yeni Alman Çoban Köpeği'nin habercisi oldu.Klodo daha sonraA.Gilbert (Mareldene Kennels - Hamden Connecticut) tarafından Amerika ya götürüldü ve oğulları ve kızları ile bugünkü kuzey amerika ırkının oluşmasında oldukça pay sahibi oldu.
Stephanitz bu arada Alman Çoban Köpeğinin özeliklerini geliştirmek amacı ile polis kuvvetleri ile işbirliğine girerek iztakip,itaat ve koruma eğitiminii uygulamaya başladı.Bu uygulama bugün "Schutzhund" (Koruma Köpeği) olarak bildiğimiz ve Alman Çoban Köpeği'nin secere alması için gerekli olan test idi ve bu testlerdeki üstün başarısı sonucu Alman Çoban Köpeği kısa sürede polis kuvvetleri ve diğer birimler tarafından beğeni topladı ve sıkça kullanılmaya başlandı.
Daha sonra  bu teste  12 mil dayanıklılık"(AD)"-"B" testi(Jürinin Schutzhund eğitimine köpeği kabul etmeden önce uyguladağı test) kalça çıkığı ve değerlendirmesini içeren "a"(HD Befund Zuerkant) raporu ve köpeğin yetiştirilmesine, soyunun devamına not veren KKL-1(Koerklass)(Üretim  İçin Önerilen) ve KKL-2 (Üretime   Uygun)dereceleri  eklendi ve Schutzhund 3 derecesini alan köpek V-A (Mükemmel Seçim)derecesi ile ödüllendirildi.
Bu arada ırkın başarısını gören ve kendi ülke ırklarını dünya ya tanıtmaya çalışanlar Alman Çoban Köpeği için medya yoluyla bir karalama kampanyası başlattılar ve bu köpeğin kullanılmasını önlemeye çalıştılar.Bu köpek gerçekten güvenilir bekçi,iyi bir çoban köpeği mi ? yoksa çiftlik hayvanlarımızı yiyen ve çocuklarımızı her fırsat bulduğunda ısıran bir canavar mı? gibi sorular ve  asılsız haberler ile kamuoyunu uzun süre meşgul ettiler. Hatta bu kampanya ırkın gelişmesini kısa süre etkiledi bile.Ancak Alman Çoban Köpeği bu haksız karalama kampanyasına gereken cevabı vererek popülaritesini yeniden kazanmasını bildi.İngilizler'de köpeğin kendi sınırları içerisinden Alsatian adlı yöreden dünyaya yayıldığını belirterek köpeğe sahip çıktılar ve köpeği Alsatian olarak çağırmaya başladılar.
Alman Çoban Köpeği'nin diğer ülkeler tarafından benimsenmesi ve kullanılması 1.Dünya Savaşı ile başlar.Almanya bu savaşta Alman Çoban Köpeklerini geniş bir biçimde savaş köpeği, telefon hattı çekme,cephanelik ve esir kamplarını koruma,kızılhaç köpeği,iz takip köpeği mesaj köpeği olarak kullandı
1899 yılında Max Von Stephanitz Karlsruhe kentindeki bir şovda  orta boyda gri-sarı renkte bir köpek dikkatini çekti.Bu köpek uysal.güçlü,dayanıklı bir görünüme sahipti.Bu köpek "Hektor Linksrhein" idi.Stephanitz bu köpeği satın alarak adını "Horand Von Grafrath" olarak değiştirdi.Birkaç hafta sonra 22 Nisan 1899 yılında Stephanitz , Arthur Meyer ve dokuz arkadaşı ile birlikte bugün de dünya'nın en köklü ve en kapsamlı köpek kulubü olan aynı zamanda Alman Çoban Köpekleri'nin seceresini tutan "Verein Für Deutsche Schaferhunde" (SV) kurdu ve "Horand von Grafrath" SZ1 secere numarası ile kaydedilerek ilk Alman Çoban Köpeği ünvanını aldı.Stephanitz ölüm yılı olan  1936 yılına kadar bu kurumun 37 yıl başkanlığını üstlendi.

Rin-Tin-Tin 24 ayrı filmde başrol oynayarak ırkın tanınmasında   oldukça önemli bir pay sahibi oldu.Rin-Tin-Tin 8 Ağustos 1932 yılında 14 yaşındayken öldü.Bu gün de Rin-Tin-Tin'i Red Kit'in dostu Düldül'ün belalısı olarak izlemekteyiz.   Rin-Tin-Tin  kariyerinin doruğunda iken haftada 20.000 adet mektup aldığınıda burada belirtelim.
Savaş sonrası ise Almanya'da yeni kanlar  adını duyurmaya başladı.Bu köpekler   ileride büyük rol oynayacak "Axel Von der Deininghauserhide - Rolf von Osnabruecker land ve Hein v.Richterback idi.
Daha sonraki yıllarda ise "Quanto Wienerau" Canto Wienerau" " Mutz vd Pelztierfarm" ve "Marko v Celler Land" adlı köpekleri görmekteyiz.Quanto kendinden sonra gelecek olan ırklara orta boy,düşük yapı,güçlü kemik ve baş ve ön bacaklar,gibi özellikler aşıladı "Lasso di val Sole" ve "Dick Adeloga"  kendisinin oldukça meşhur oğullarıdır.Quanto serisi ileride "Uran v Wildsteiger Land" ile devam etmiştir.Canto yalnızca dört yıl yaşamasına rağmen Almanya'da büyük yankılar uyandırdı.Yapısı ,enerjisi,show köpeği olarak güzelliği  ile diğer ülkelerin ısrarla sahip olmak istediği bir köpek oarak adından çokça bahsettirdi..Meşhur oğullarından "Canto Arminius" ise çok önemli bir yere sahiptir..
18.Yüzyılın ortasında bu ırkın tarihsel anlatımını bitiriyoruz.Alman Çoban Köpeği 1899 yılındanbu  günümüze kadar değerini yitirmeden insanların beğenisini kazanmaya ve ihtiyaç duyduğumuz alanlarda  bize yardımcı olmaya devam etmektedir.

OLMAK YADA OLMAMAK

      İnsan bir şey olmalı veya bir başka deyişle olmak istediği şeyin içinde kaybolmalı,en ufak bir sinek üzerinde çalışıyorsa bile sinek olmalı adeta veya başlamamalı,hani bir laf vardır ya  en kötü karar,karasızlılıktan çok daha iyidir,insan kararsız olmamalı,bir kere karar verdimmi o yolda gemileri yakmalı ve gereğini yapmalı,başarmak veya başaramamak ayrı bir konu,olur veya olmaz,insan üzerine düşeni yapmalı ve tevekkül edip gerisini allaha bırakmalı,biz üzerimize düşeni yapacağız,çünkü yaratan biz değiliz,yaratıcı tekdir ve o karar verir.
      Bazı insanlar işe başlamadan mazaret üretmeye başlıyor veya işe başlayıp olmayacak diye işi yarım bırakıyorlar,belkide işin sonuçlanmasına bir adım daha kaldı ve o adımı atmadığı için başarısızlıkla sonuçlanıyor,işin daha kötü tarafı,bu başarısızlık genelleştiriliyor ve diğer insanlarında denemesine mani oluyorlar.
      Yaratan bile duada ısrarı seviyor ve istiyor,insan istiyorsa azmetmeli ve ısrar etmeli.

20 Şubat 2012 Pazartesi

O olmak mı? Onun gibi olmak mı?

       Bir gençlik hevesinden veya bir hevavü heves den bahsetmiyorum.İnsanın mutlaka bir ideali vardır olmak istediği veya ulaşmak istediği birisi illaki verdır,ama insanların çoğu bunu söylemekten çekinir veyahut da sırrı bozulur diye kimseye söylemez ama içinde bir idolu,bir hero su bir kahramanı vardır.Burada karışan onun yerinde olmak istemek mi,yoksa bulunduğunuz yerde onun kişiliğine veya  bir başka deyişle onun davranışlarına sahip olmak mı?İşte bence önemli olan nokta bu.
       Onun yerinde olmak isterdim.Bunu çokca duyarız ama bu kelime bana göre fazla düşünülmeden direkt söylenen bir kelime ki yarın daha iyisini görse veya haleti ruhiyesine göre başka birisi içinde onun yerinde olsam denecektir,diyecektir,burada düşünülmesi gereken onun yeri her açıdan iyi mi acaba veya onun yerinde olmak senin için hayırlı mı acaba.Buralar,bu noktalar önemli üzerinde düşünün
       Onun gibi olmak,kişi bazı emarelerinin, kahramanı veya idolündeki gibi olmasını isteyebilir,işte bu noktada kuantum,psikoloji,tecrübe devreye girer olur mu?ben bilemem sizin ne kadar istediğinize bağlı onun gibi olabilmek,yıllardır araştırılan ve tartışılan bir konu da yine bu nokta da devreye girer kişilik kopyalanabilir mi?Sizce?

17 Şubat 2012 Cuma

Vicdanı Sızlatan Mektup

Sahibim , o benim , Bonnie, bu mektubu yazan senin aşkın .

      Ben hayvanlar cennetindeyim . Arabayla seyate çıktığımızda , durdun ve dedinki ; hadi bonnie dışarı , bende hemen arabadan atladım , sende arabanın kapısını kapatıp arabayı sürmeye başladın . İlk başta düşündüm'ki beni korkutacaksın , araba uzaklaşıp görünmemeye başlayınca , anladımki beni yalnız başıma bıraktın . O an içime korku girdi ve üzülmeye başladım . Hemen senin peşinden koştum , ama seni yakalamak imkansızdı . Gittiğin yönden yürümeye başladım ; Nereye gittiğini bilmeden . Gittiğin yönden giderken bana bir araba çarptı ve ben çukur boşluğuna savruldum ; Farkettimki hiç biyerimi hareket ettiremiyorum . Evet şimdi orda kıvranmış acılar içerisinde yatıyorum , o ağrılarımla seni çağırdım , ama sen çok uzaklaşmıştın .sen ise sehatine doğru yol aldın .
    Uzun saatler acılar içinde geçti , evet ölüm geldi ve beni götürdü .Şimdi hayvanlar cennetindeyim .Kalbim öyle kırıldı'ki , acılar içinde . Lütfen bana söylermisin , bunu bana niye yaptın ? Beni o kadar az mı sevdin ?
Benim gibiler burada çok , aileleri sokağa bırakmış , burda hepsinin kırık bir kalbi var .
Seni ve beni yaratan allah ,seni affetsin . Seni o kadar çok seven bonnie

yazan : Eva-Maria Fischer-Popaj , Bad Homburg

16 Şubat 2012 Perşembe

Hayvanlar Aleminden insanlara Vicdan Dersi

      Bu resmin altına bence yazılacak çok şey olduğunu sanmıyorum resim herşeyi açık açık anlatıyor, ama benim herzaman söylediğim bir dileğim var onu burada yinelemek istiyorum bu fotoğraf vesilesi ile,sokaktaki o vefakar dostları pis,mikroplu,sırnaşık deyip itip kovalamıyalım,kovmayalım onları, o sırnaşıklığın sebebi onların sevgiye çok ihtiyaçlarının olmasıdır.Umarım herkes bir gün bir köpek sahiplenir ve onun hayatında fark yaratır..
      Yukarıdaki resimin hikayesine gelince, Tayland'da sel felaketinde çekilmiş bir fotoğraf bu, bir maymun köpeğini kurtarıyor, ama aynı zamanda insanların yardım kolilerinden taş çıkıyor.Daha bir şey söylemeye gerek var mı?

Dost Yürekli Köpekler

İyi tanı,dost yürekli köpeği
Onlar bize,birer sevgi meleği
Doğru dürüst ödenmezken emeği
"it" deyip de,itiverme onları

Kovulsada dövülse de gücenmez
Güzelliğe, zenginliğe özenmez
Hakkı yense,arkamızdan söylenmez
"it" deyip de itiverme onları

Hangi canda oluyor ki böylesi
Birbirinden vefalıdır cümlesi
Pek şirindir,olmasa da gülmesi
"it" deyip de, itiverme onları

Sabır onda, cefa onda, bilmeyiz
Yüreciği, denizden de tertemiz
Onlar ile güvenlidir beldemiz
"it"deyip de, itiverme onları

Utanacak birşeyleri bulunmaz
Duyduğunu, başkasına duyurmaz
Emirleri, kuyruğuna buyurmaz
"it" deyip de,itiverme onları

Örnek alsak, sadakati onlardan
Kurtuluruz, belki kötü huylardan
Çektikleri, hep de gaddar kullardan
"it" deyip de itiverme onları





Griffon


        M.Ö. 3. binden itibaren Mezopotamya, Suriye ve Mısır sanatlarında rastlanan karışık yaratıklar tanrıların insan şeklinde görülmesiyle ortaya çıkarlar. Tanrısallıklarını vurgulamak için doğaüstü bir şekilde gösterilirler. Yeryüzü ve gökyüzünün en güçlü hayvanlarının birleşimiyle oluşurlar ve dayanılmaz bir güce sahiptirler. Grifon da bu yaratıklardan biridir.Aiskhylos’un ‘Prometheus’unda ve Heredot Tarihi'nde sözü geçen bu efsanevi varlığa Yunanca’da gryps denir. Hyberboreliler ülkesinde İskitlerin elinde bulunan kutsal altınlara bekçilik eden grifonlar tek gözlü Arimaspes tarafından saldırıya uğrar. Aiskhylos, ‘havlamaz, uzun gagalı, kanatlı köpek’ olarak tanımladığı grifonların Apollon’un ve diğer tanrıların takipçileri olduğunu yazar. Cteias’a göre kırmızı göğüslü, siyah kuştüylü grifonlar, Hindistan dağları üzerinde bulunan saklı hazineyi korurlar. Ayrıca grifon Yunan'da Nemesis’le birleştirilir ve Dionysos’un şarap çanağının muhafızıdır...

         Hayali bir varlık olan grifon, kanatlı veya kanatsız aslan vücuduna, genellikle kartal olan büyük kuş başına, gagaya ve at veya eşek kulağına sahiptir. Korkulan, saygı duyulan, asil, uyanık, hızlı, güçlü ve sadık gibi iyi nitelikleri yanında günahkar, yırtıcı, hasis, vahşi, obur ve gaddar gibi olumsuz özellikleri de vardır. Diğer karışık hayvanlar gibi yaşayıp, çocuk yetiştiren ve ölen grifon kanatlarıyla kuş gibi uçup dört ayağıyla da yürüyebilir. Diğer bir çeşidi insan vücutlu, kuş başlı ve kanatlı grifon-demon’dur... 

        Grifonun ana yurdu Mezopotamya’dır ama Giritlilerin dini tasvirlerinde, Miken’de ve Yunan dekoratif sanatlarında ve Mısır’da, İran’da, Anadolu’da ve Suriye’de önemli bir şekilde yer alır. Mezopotamya’da kuş benzeri memeli hayvanlar M.Ö. 4. binden beri bilinir. Uruk ve Cemdet Nasr dönemlerine ait olan Susa’dan silindir mühürler arasında bilinen tek grifon erkek aslan yelesiyle bir kuş kafasına sahiptir ve bu dönemin diğer yaratıkları gibi iz bırakmadan kaybolmuştur. Ur’dan bir silindir mühürde Akad’ların tahta tekerlekli savaş arabasında hava tanrısı görülür. Buradaki kanatlı, kuyruklu ve ateş tıslayan ejderha pençeli yaratık Asur İmparatorluğu’nun sonuna kadar hava tanrısının yanındadır. Grifon savaş arabasını çeker ama savaşçı bir tip değildir.
Orta Asur sanatında çok popüler olan grifon–demon M.Ö. 883-859 yılları arasında hüküm süren Asurnasirpal’in sarayının özel kısımlarında kabartmalarda görülür. Nimrud’dan bir taş rölyefte grifon-demon temizlik için elinde bir kova ve kozalak taşır. Kabartmanın ortasındaki yazıtta kralın fetihleri yazılıdır. Asur saraylarının duvarlarında ve mühürler üzerindeki bu grifon-demon kutsal ağaçta bulunan hayati gücün korunmasıyla görevlidir. Bazen kral Tukilti-ninurta’nın mühründe olduğu gibi bu görevi krala nakledip onun arkasında durur. 3. Tiglatpleser’in (M.Ö. 744-727) Suriye’de saraylar yaptırmasından sonra Asur duvar resimleri Kuzey Suriye sanatından izler taşır. Resimlerde ve kabartmalarda kapılarda muhafız yaratıklara yer verilir. Grifon ve grifon-demon muhafız görevini ellerinde tutmalarına rağmen daha az önemli durumlarda da -süsleyici unsur olarak- bulunurlar. Bu yaratığın Asur’da görevi açıkça anlaşılmadan önem kazanır. Asur’dan bir mühürdeki beş grifondan biri çift kartal başlıdır ve ateş solur. Diğer çift ayaklarıyla onların kanatlarını kaldırır. Dik duran komşu çift ise kanatlı bir güneş diskini kalkık kollarıyla desteklerler. İçlerinde yalnızca çift başlı yaratık insan vücutluyken (grifon-demon) diğerleri aslan vücutludur...

Passat World









Volkswagen dünyasının lokomotifi olan passat modelinin ilk çıkışından günümüze kadar gelen evreleri.Sırasıyla ;
Passat B1
Passat B2
Passat B3
Passat B4
Passat B5
Passat B5.5
Passat B6
Passat B7

14 Şubat 2012 Salı

Anlar



Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi
Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim. 
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. 
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem. Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar. Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
Ölüyorum...

Jorge Luis Borges

Sevgililer günü ve Dost

       Benim adım Dost,kimi zaman sizleri koruyup,kollayan,kimi zaman eğlenceli vakit geçirmenizi için binbirtürlü oyunlar yapan kimi zaman gözyaşlarınıza ortak olan hatta sizinbize yaptığınız tüm kötülükleri görmezden gelen sevginin diğer adı olan dost.Terk edilmiş arkadaşlarım var hepsi biranlık heves uğruna alınıp sonra işe yaramayan bir çöpmüş gibi sokağa atıldılar barınaklara  bırakılıp ölüme terk edildiler .Ben sahibinin yaptığı onca zulme rağmen onun için gözyaşı döken sokağın korkunç karanlığına aldırmadan yalnızca eski evi için gözyaşı döken sokağın korkunç karanlığına aldırmadan yalnızca eski evi için gözyaşı döken dostlar tanıdım.Bugün siz insanlar için önemli bir günmüş Sevgililer günü diye duydum.Aslında ben her sene bu ay geldiğinde gözyaşı döküyorum.Birçok dostum sevgililer günü diye adlandırılan bu günde  tıpkı bir obje gibi kullanıldı,satıldı,sevgililer günü dediniz ama onların hayatını mahvettiniz,sevgililer günü dediniz,sevginin adını kirlettiniz.Şimdi ben size yalvarıyorum.Ne olur bu gün beni ve arkadaşlarımı bilinçsiz insanlara kurban vermeyin.Ne olur bugün sevgi adına bir şeyler yapmak istiyorsanız petshoplara girmeyin,barınaklarda sizleri bekliyoruz dört gözle ,bizler sevilmeyi  bekliyoruz.Hiçbir insanoğlu karşılıksız sevgiyi size yaşatmaz ama bizler sizlerin yıllardır dostunuz olan bizler karşılıksız sevginin en büyük isimleriyiz.
        Lütfen...Bugün bizi haketmeyen insanlara verip harcamayın,hakedenlerede barınaktaki arkadaşlarımızı sahiplenip hediye edin,onlarında ömürlük yuvaları olsun...

Takıntılar

     İnsanların takıntıları vardır am ben burda sosyal takıntılardan bahsetmek istiyorum.En büyük sosyal takıntılardan birisi seçim zamanı geldiğinde parti takıntısı,evet bazılarında çeşitlilik göstersede bu takıntı insanlarımızda ne yazıkki var olan bir takıntı şekli.Nasıl olduğunu anlatayım,toplum içerisinde benim babam,dedem yıllarca bu partiye oy verdi deyip hala o partiye oy veren bireylr var,bu adamlar bu işi yapabilirmi,partinin gösterdiği aday bu potansiyele sahip mi?değil mi?onu ilgilendirmez çünkü takıntılı .Birde buna benzer lider takıntısı var parti liderini beğeniyor ve o partiye veriyor,yine onun bölgesindeki aday onu ilgilendirmiyor,çünkü takıntılı.Bir başka takıntıların popüler olduğu bölüm,marka takıntısı,bu diğerinden farklı ama daha yoğun olan bir takıntı yakışıp yakışmamasından daha önemlisi o marka olacak,yoksa onlara göre olmassa olmazı o marka onların,buna örnek araba,giyim,restaurant...vs.
     İnsanın takıntısı illaki olabilir ama bunları aşabilmeli etrafına farklı göz ile objektif bakabilmeli insan,yoksa takıntılarla aynı şeyleri yaşar ve aynı şeyleri elde eder.

3 Şubat 2012 Cuma

Köpek ve Rottweiler Sevgisi

      Çocukluğumda dahil allahıma  şükürler olsun,hiç hayvansız kalmadım,kedim oldu,köpeğim oldu,annem benim için tavuk baktı,civciv baktı,yani anlıyacağınız hiç hayvansız kalmadım.Hayvanları çok seviyorum ama illa seç denildiği zaman köpekler bende ayrı bir yere sahiptir.Köpekleri çok seviyorum,bilirsiniz sahibinin arkasından 2 hayvan ağıt yakar,biri köpek diğeri at'tır.Köpekler vefalı sahibine aşırı bağlı ve bölgesini korumada aşırı duyarlı bir hayvandır,sevgisi zaten anlatılmaz.Sırf köpekleri sevdiğim için facebookta grub dahi kurdum http://www.facebook.com/groups/kopegimveben/ köpekleri çok seviyorum am illaki onlardanda bir tanesi derseniz Rottweiler derim.
        Rottweiler öyle bir köpek'ki o anlatılamaz,ancak yaşanır,bazıları diyordur,ya rottweiler itici,hatta katil adamı yer onlar diyenler olacaktır,başta dedim ya o anlatılmaz ancak yaşanır,işte bu yüzden.Rottweiler öyle duyarlı ve sezgileri kuvvetli bir köpekki sizin gözünüzden ne diyeceğinizi anlar,benim Rottweiler köpeğim var şu anda 18 aylık erkek bir Rottweiler adı Rocky.Rocky benim gözümden ne demek istediğimi anlar bu koca dev o kadar yumuşak ve duyarlı bir köpek ki ama uzaktan bu 51kg'lık devi görünce bir de o tarafa bakınca diyor ki buna bakılır mı?Ama o dev köpek o kadar şefkatli ve yumuşak bir köpek.Köpekler hep duyarlı ve sevdikleri şeyi bu eşya olur,bir alan olur,kişi olur,mutlaka korur ama Rottweiler başka bir koruma iç güdüsüne sahip.Onun önceliği sizsiniz,Rottweiler sizi hep öncelikli tutar,nankörlük ve vefasızlık onun kitabında yoktur...
        En büyük dileğim illa ki Rottweiler demiyorum ama mutlaka bir köpek sahibi olması...O köpeklere bir yuva olması,barınakta veya sokak köpeğide olsa hakir görmeden onun veya onların hayatında bir fark yaratması bu benim dileğim,inşallah gerçekleşir...


31 Ocak 2012 Salı

Hayat Zordur

     Hayat zordur,bu herkesce bilinir.Aayağa kalktığınızda  yere geri düşersiniz,üzerinize basarlar.Size vereceğim tavsiyeyi boş laflarla süslemiyeceğim.Bu bir sır değil,tökezleyecek ve düşeceksiniz,tekme yiyeceksiniz.İki seksen yere kapaklanacaksınız ama bu her olduğunda yeniden ayağa kalkacaksınız.Gücünüz yettiğince hızlı doğrulacaksınız,bunu kaçkez yapmak zorunda kalırsanız kalın.Şunu asla unutmayın,başarı her yere düştüğünüzde bir kez daha ayağa kalkacak gücü kendinizde bulmanızdır.Hayat tecrübesi bana bir şey öğretti ise o dahayatın kolay ve hiçbir şeyin bedava olmadığıdır.
     Hayat zordur,gerçekten inanılmaz derecede zordur,eğer kazanmaktansa daha sık kaybeden biri iseniz,kimse size bir şey vermez.Omuzlarınızı dikleştirip tüm zorlukları yenmek sizin elinizdedir,yapacağınız işin en iyi olmasını istiyorsanız gidin bunu hak edin ve kazanın.Olmak istediğiniz yerin  neresi olduğunu bildiğinizi ve asla vazgeçmeyeceğinizi söyleyin ve otraya ulaşana dek çabalamaktan .Çünkü; hayatta kazananların sırrı budur,Sonuçta hepimiz başarılı olmayı istiyoruz.
       O zaman haydi,zirveye tırmanın, daha hızlı koşun,büyük hayaller kurun,hiç yaşamadığınız kadar iyi yaşayın.Bunların hepsi içinizde,bunu yapabilirsiniz.Bunu kendiniz için yapın....

27 Ocak 2012 Cuma

DÜŞME

Düşme!
Düşersen, bağımsızlığını ilan eder dostların,
Görüş günlerin yasaklanır, gelenin gidenin olmaz.
Bayram eder düşmanların, düşme!
Düşünce, bütün düşüncelerin değişir hayata dair.
Dostluk, arkadaşlık, aşk… yeniden şekillenir beyninde, düşme!
Hayatın ve dostların vefasızlığını görünce yaralanır duyguların en derinden, düşme!
Düştün mü ilk önce güvendiklerin vurur sırtından.
Kimse bakmaz yüzüne, işe yaramaz adam olursun.
Bir bir uzaklaşır dostların senden.
Tutacak dal bulamaz yorulursun, düşme!
Düştün mü isyan edersin yaşadığın hayata,
Gözyaşlarını dökersin her gece yastığa.
Yılanın ne kadar masum, kurdun suçsuz, çakalın çakal olmadığını anlarsın iki yüzlü insanları görünce, düşme!

Düşme, düşünce sahili olmayan bir deniz olur koca dünya.
Sığınacak bir liman bulamaz, kaybolursun.
İki yüzlü düzenbazlar hüküm sürerken, sen kederinden kahrolursun.
Düşme! Düştün mü baş ucunda bir tek anan olur, gerisi yalan olur.
“İmdat!” demeye engel olur gururun düşme!
Kalıbı beş para etmez adamın söylediği sözden yaralanır onurun, düşme!
Düşersen maziye dalar gider gözlerin, yazılmamış hikayeni okursun.
Düğümlenir boğazında kelimeler, kederinden kahrolursun düşme!
Haddini de hesabını da bileceksin bugünlerde;
Yoksa farkın kalmaz bu yolda gelip gidenlerle.
Seni üzenleri hayatından sileceksin gerekirse, düşme!
En iyisi mi bir kurşun hayatın orta yerine, barut izleri kalsın ellerinde;
Ama sakın, düşme!

İBRAHİM DİZLEK

Özgüven


Özgüven eksikliği ve çözüm yolları

Kendiniz hakkında olumlu düşünerek, gerçekçi hedefler belirleyerek, 'hayır' demeyi bilerek özgüveni artırmak mümkün...

       Bu yazı gerçekten çok güzel ve okuyan arkadaşlara da yardımcı olacağı kanısındayım,Çünkü biliyorum bu eksiklik bir çok kişide var fakat belli bazı yollarla bunu insanlar saklıyor veya topluma belli etmiyorlar...Bu yazıyı yazan arkadaşımıza da teşekkürü bir borç bilerek bloğumda yayınlıyorum...
Özgüven şu kavramlarla tanımlanabilir: fikirlerini kabul ettirmek, iyimserlik, istekli olmak, sevgi, gurur, bağımsızlık, güven, eleştirilere açık olmak, duygusal olgunluk ve kapasitesini doğru değerlendirme becerisine sahip olmak…

Özgüven nedir? 
Özgüven; kendimiz ve yeteneklerimiz hakkında pozitif ve gerçekçi bir anlayışa sahip olduğumuz anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, özgüven eksikliği ise; kendinden şüphe duymak, pasiflik, boyun eğme, aşırı uyum gösterme, yalnızlık, eleştirilere karşı hassas olma, güvensizlik, depresyon, aşağılık duygusu ve sevilmediğini hissetme gibi kavramlarla tanımlanabilir. 

Özgüven eksikliği nasıl gelişir?
  • Aşağılık duygusu, umutsuzluk gibi duygular, genellikle evde, okulda veya işte yaşadığımız kimi olumsuz yaşam deneyimlerinden sonra ortaya çıkar. Örneğin, siz büyüme aşamasındayken, ebeveynleriniz size sağlıklı ve destekleyici bir çevre sağlayamamış olabilir. Size karşı çok eleştirel, talepkar ve/veya aşırı koruyucu olabilirler. Sonuç olarak, kendiniz hakkında olumsuz düşünmeye başlarsınız.
  • Aileden birini veya yakın bir arkadaşı kaybetmek. Örneğin: anne-babanızın boşanması, evinizden ilk kez ayrılıyor olmak (ailenizden ve arkadaşlarınızdan ayrı olmak), erkek/kız arkadaşınızdan ayrılmak.
  • Başarısızlık, hayal kırıklığı gibi olumsuz olayları bir deneyim gibi algılamaktansa, bunların üzerinde fazla durmak.
  • Kendini veya yeteneklerini çok acımasız bir şekilde eleştirmek.
  • Olayların sonuçlarını, gerçekte olduklarından daha kötü bir şekilde değerlendirmek.
  • Ailenizin ve arkadaşlarınızın, sizinle ilgili istek ve beklentilerini karşılayabilmek için çok fazla baskı hissetme ve bu durumun sizin kendi kimliğinizi geliştirmenize ve kendinize ait kararlar almanıza mani olması.
  • Gerçekçi olmayan hedefler belirleme.
  • Başarısızlık korkusu. Örneğin; bir dersinizden kaldığınızda, kendinizi bir dersten kalmış, iyi bir insan olarak düşünmektense, işe yaramaz ve başarısız biri olarak düşünmek.


Özgüveninizi nasıl arttırırsınız?
  • Kendiniz hakkında olumlu düşünün.
  • Gerçekçi olan ve beklentilerinizi karşılayan hedefler belirleyin. Makul seviyede hedefler belirleyin ki, böylece başardığınız şeyler, başta ulaşmayı düşündüğünüz hedeflerlere yakın olsun. Bu durum, özgüveninizi ve kendinizle ilgili memnuniyetinizi destekler.
  • Bir şey başardığınızda kendinizle gurur duyun ve kendinizi ödüllendirin.
  • Kötü veya üzücü bir şey olduğunda, olumsuz düşüncelerinizin farkına varın. Tamamen duygularınızla hareket etmek yerine, içinde bulunduğunuz durum hakkında mantıklı olarak düşünün.
  • Zayıf taraflarınız yerine, güçlü taraflarınıza ağırlık verin. Belirli konularda, diğerlerine göre daha becerikli ve iddialı olduğunuzun ve hayatınızın her alanında mükemmel olmanın imkansız bir şey olduğunun farkına varın.
  • Yaptığınız ve başardığınız şeyleri sadece şansa bağlamayın. Bunun yerine, kişisel başarılarınız için kendinizle de gurur duyun.
  • Fikirlerinizi savunun. Diğer bir ifadeyle, başkalarının haklarını ihlal etmeden, kendi duygularınızı, düşüncelerinizi, inançlarınızı, ihtiyaçlarınızı, dürüst ve net bir şekilde ifade etmeyi öğrenin.
  • Haklarınıza sahip çıkmayı öğrenin ve sizin için makul olmayan isteklere “hayır” deyin. Fikirlerinizi açık ifade edebilme konusunda alacağınız bir eğitim, özgüveninizin gelişmesinde size çok yardımcı olabilir.
  • Yaşamınızda önemli olduğuna inandığınız sorunların bir listesini çıkartın. Daha sonra bunları iyileştirmenin veya değiştirmenin yollarını yazın. Bütün sorunlarınız tabii ki kolay ve hızlı bir şekilde çözülemez ama hemen harekete geçebileceğiniz bazı alanlar da olacaktır.


Özgüveni iyileştirmek için hatırlanması gerekenler
  • Kötü şeyler yerine iyi şeylere ağırlık verin.
  • Kendiniz hakkında olumlu düşünün.
  • Deneyimlerinizden ders çıkartın.
  • Gerçekçi hedefler belirleyin.
  • Cesaretli olun.
  • Öğrenmeye devam edin.
  • İşe yarar şeyler yapın.
  • Basitliğe önem verin.
  • Değişimi hoş karşılayın.


Kaynak:Davranış Bilimleri Enstitüsü
www.dbe.com.tr

24 Ocak 2012 Salı

Emma Goldman


Anılarımı yazmam konusunda çevremden gelen ısrarlar daha hayata henüz adım atmışken başlamış ve yıllarca sürmüştü. Ne var ki ben o zamanlar bu ısrarları hiç önemsemedim. Hayatımı dolu dizgin yaşarken yazmaya ne gerek vardı? Ayak dirememin bir başka nedeni de, fırtınanın orta yerindeyken yazmanın doğru olmayacağı düşüncesinde olmamdı. Arkadaşlarıma, “Değerli bir hayat hikâyesi ancak hayattaki trajedilerin de, komedilerin de tarafsız ve hiçbir şeye -özellikle de kişinin kendi hayatına- bağlı olmaksızın görülebildiği olgun bir yaşa erişildi-ğinde yazılabilir,” diyordum. 
İlerleyen yaşıma rağmen kendimi hâlâ genç hissettiğimden, böyle bir işi yüklenmek için kendimi yeterli görmüyordum. Üstelik bu yoğunluktaki bir çalışma için gerekli zamanı bulmak da kolay değildi benim için. Avrupa’daki zorunlu eylemsizlik yıllarım bana okumak için bol zaman sağladı; bu arada çok sayıda biyografi ve otobiyografi okudum. Eskiden düşündüğümün aksine, yaşlılığın, zihni kemale erdirip olgunlaştıracak yerde, çoğu zaman tehlikeli ölçüde bunaklık, dar kafalılık ve nefret getirdiğini gördüm hayretle. Böyle bir felaketi göze alamazdım; bu yüzden ciddi ciddi hayatımın hikâyesini yazmayı düşünmeye başladım.
Karşıma çıkan en büyük engel, çalışmam için gerekli tarihsel bilgilerin elimin altında bulunmayışıydı. Birleşik Devletler’dekİ otuz beş yıllık hayatımda toplamış olduğum ne kadar kitap, mektup ve benzeri malzeme varsa, Adalet Bakanlığı korsanlarınca bir daha geri verilmemek üzere gasp edilmişti. On iki yıl boyunca yayınlamış olduğum Mother Earth dergisinin kendime ait ciltlerinden bile yoksundum. Nasıl çözeceğimi bilemediğim bir sorunla karşı karşıyaydım. Ne var ki kılı kırk yaran kişiliğim yüzünden, hayatımda sık sık dağlan yerinden oynatmış olan dostluğun sihirli gücünü göz ardı etmiş olduğumu fark ettim çok geçmeden.
Vefalı dostlarım Leonard D, Abbott, Agnes Inglis, W. S. Van Valkenburgh ve başkaları kuşkularımdan dolayı utandırdılar beni. Radikal ve devrimci yayınlar açısından Amerika’nın en zengin kütüphanesi olan Detroit’teki Labadie’nİn kurucusu Agnes her zaman olduğu gibi imdadıma yetişti. Leonard payına düşeni yapmaktan geri kalmadı, Van da boş zamanlarını benim için araştırma yapmaya adadı. Avrupa’yla ilgili belgeler konusunda saflarımızın en değerli tarihçilerinden Max Nettlau ile Rudolf Rocker’a başvurabileceğimi biliyordum. Böyle sağlam bir ekip kurduktan sonra kaygı duymaya gerek yoktu artık
Gene de içimi kemiren bir şey vardı. Özel hayatımın atmosferini yaratmamı sağlayacak gerekli malzemeden yoksundum: Zamanında duygularımı alt üst eden irili ufaklı hadiseleri neye dayanarak yansıtacaktım? Mektup yazmak bende iflah olmaz bir alışkanlıktı; yazmış olduğum dağ gibi mektuplar sayesinde bu sorun da çözüldü. Sevgili Ale-xander Berkman, nam-ı diğer Şaşa ve öteki dostlarım kendimi bu şekilde ifade etme eğilimimden ötürü her zaman benimle dalga geçerlerdi. Beni ödüllendiren İffetim değil günahlarım oldu; geçmiş günlerin, çok ihtiyaç duyduğum hakiki havasını bu mektuplardaki içtenliğim sağladı. Ben Reitman, Ben Capes, Jacob Margolis, Agnes Inglis, Hanry Wein-berger, Van, romantik hayranım Leon Bass ve daha pek çok dost mektuplarımı geri istememi olumlu karşıladılar. Yeğenim Stella Ballantine, Missouri Cezaevi’nde tutukluyken ona yazdığım ne varsa korumuştu. Rusya’yla ilgili yazışmalarımı da gene Stella ile sevgili dostum M. Ele-anor Fitzgerald saklamıştı. Uzun sözün kısası, çok geçmeden hislerimi coşkunlukla döktüğüm binin üstünde mektup bana geri döndü. İtiraf etmeliyim ki, insan ancak mahrem yazışmalarda duygularını hiç saklamadan açıkladığı için, içlerinden birçoğunu yeniden okumak çok acı verdi bana. Ama girişeceğim İş İçin değerleri paha biçilmezdi.
Böylece donanmış olarak, sekreterliğimi üstlenen Emily Holmes Coleman’la birlikte, Fransa’nın güneyinde şirin bir balıkçı köyü olan Saint-Tropez’in yolunu tuttum. Yakınları tarafından Demi dîye anılan sekreterim, yanardağ mizaçlı vahşî bir orman perisi olmanın yanı sıra asla art niyet ve kin beslemeyen sevecen bir kadındı. Sonsuz hayal gücü ve duyarlılığıyla bir şairdi aslında. Doğuştan isyankâr ve anarşist olduğu halde benim düşünce dünyam ona yabancıydı. Tartışırken öfkeden gözlerimiz kararır, sık sık birimiz ötekinin hayatının Saînt-Tropez körfezinde son bulacağı hayalini kurardı. Ancak çekici kişiliği, çalışmama duyduğu derin ilgi ve iç çatışmalarımı kavrayışı yanında bunlar bahsetmeye bîle değmezdi.
Yazmak hiçbir zaman kolay gelmemiştir bana; üstelik kalkıştığım iş sadece yazmaktan ibaret de değildi. Uzun zamandır unutulmuş geçmişimi yeniden yaşamak, hatırlamak İstemediğim anıları bilinçaltının derinliklerinden kazıp çıkartmak demekti bu. Yaratıcı yeteneğimden duyduğum kuşkular, bunalımlar, hayal kırıklıkları demekti. Bu süreç boyunca cesareti, inancı ve yüreklendirici tutumuyla Demi, serüvenimin ilk yılında huzur ve esin verdi bana. Hayatımı Yaşarken’in önündeki engelleri aşmakta pek çok vefalı dostun katkısı oldu; bu bakımdan kendimi çok talihli sayıyorum. Bir fon oluşturarak beni maddi kaygılardan kurtarmayı İlk akıl eden Peggy Guggenheim oldu. Öteki yoldaşlar ve dostlar da sınırlı imkânlarını zorlayarak hiç koşulsuz bana destek oldular. Genç Amerikalı dostlarımdan Miriam Lerner, Demi İngiltere’ye gitmek zorunda kalınca onun yerini aldı. Dorothy Marsh, Betty Markow ve Emmy Eckstein metnin önemli bir bölümünü daktiloya çekerken emeklerine sevgilerini de kattılar. Dünyanın en iyi yürekli ve açık elli adamı olan Arthur Leonard Ross, tükenmeyen bir gayretle hukuki temsilciliğimi ve danışmanlığımı üstlendi. Böyle dostların hakkı ödenebilir mi?
Ya Şaşa? Metnin redaksiyonuna başladığımızda yeniden kuşkular yakama yapıştı. Onu kendi bakış açımdan anlatmama tepki göstereceğinden korkuyordum. “Yeterince tarafsız kalabilecek mi? Nesnel yaklaşması mümkün mü?” diye soruyordum kendi kendime. Hikâyemin başlıca kişilerinden biri olmasına rağmen şaşılacak kadar tarafsız olduğunu gördüm. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Saşa’yla on sekiz ay boyunca baş başa çalıştık. Elbette eleştirilerini esirgemeden, olgun ve anlayışlı bir tutum sergiledi. Kitaba Hayatımı Yaşarken {Uving My Life) adını vermek de onun fikriydi.
Yaşadığım hayatı her şeyiyle, ister kısa, ister uzun süre bu hayata katılmış, sonra da çıkıp gitmiş olan insanlara borçluyum. Sevgileri kadar nefretleri de hayatımı yaşanası kıldı. Hayatımı Yaşarken takdirimin ve şükranımın bir ifadesi hepsine
EMMA GOLDMAN / Saint-Tropez, Fransa Ocak 1931
Emma Goldman Union Square Meydani’nda dogum kontrolu uzerine konusuyor. 1916 Emma Goldman speaks to garment workers about birth control in Union Square, 1916

________________
I. BÖLÜM

NEW YORK Kentine 1889 Ağustosu’nun on beşinci günü ayak bastım. Yirmi yaşındaydım. O tarihe kadar başımdan geçenler, eski bir giysi gibi geride kalmıştı. Önümde yepyeni, ancak yabancı ve ürkütücü bir dünya duruyordu. Buna karşın benim de gençliğim, sağlıklı bir bedenim ve tutkuyla sarıldığım bir idealim vardı. Yeni dünyanın bana hazırladığı
sürprizleri, gözümü kırpmadan göğüslemeye kararlıydım. O güne İlişkin her şey nasıl da aklımda kalmış! Günlerden pazardı. Cebimdeki para West Shore trenine ancak yetmiş, böylece New York eyaletindeki Rochester’den hareketle, sabahın sekizinde Weehawken’a varmıştım. Daha sonra feribotla New York kentine geçtim. Tanıdığım tek kul yoktu bu kentte, elimdeki Uç adresten biri evli bir teyzenin, ikincisi bir yıl kadar önce New Haven’da bir korse fabrikasında çalışırken tanışmış olduğum bir tıp öğrencisinin, üçüncüsüyse Johann Most tarafından çıkartılan ve bir Alman anarşist yayın organı olan Freiheihndh Varım yoğum beş dolar ve küçük bir el çantasından ibaretti. Bağımsızlığımı sağlamakta bana yardımcı olacak dikiş makinemi emanete bırakmıştım. Batı Kırk ikinci Cadde ile, teyzemin oturduğu Bovvery arasındaki uzaklıktan ve New York ağustosunun insanı bitap düşüren sıcağından habersiz, yayan yola koyuldum. Büyük bir kent yabancıya nasıl da karmaşık ve uçsuz bucaksızmış gibi gelir, nasıl da soğuk ve düşmanca!
Kimi doğru kimi yanlış yol tarifleri ve kavşaklarda korkulu duraksamalarla geçen üç saatin sonunda teyzemle eniştemin fotoğrafçı dükkânına varabildim. Yorgunluktan ve sıcaktan bitap düşmüştüm; bu yüzden akrabalarımın ani gelişimden dolayı hissettikleri tedirginliği fark etmekte geciktim. Burayı kendi evin bil, diyerek bana kahvaltı hazırladılar ve ardından soru yağmuruna tuttular. New York’a neden gelmiştim? Kocamı terk ettiğim doğru muydu? Param var mıydı? Ne yapmayı düşünüyordum? Elbette onların evinde kalabileceğimi söyleyerek, “Zaten senin gibi genç bir kadın New York’ta tek başına başka nereye gidebilir? ” diye eklediler. (“New York’ta tek başına bir kadın”)

Ancak hemen bir İş bulmalıydım. Durumları İyi değildi ve hayat çok pahalıydı. Tüm bu söylenenleri yarı ayık dinliyordum. Geceki uykusuz yolculuktan, uzun yürüyüşten ve etkisi giderek artan güneşin yakıcı sıcağından baygın düşmüştüm. Akrabalarımın sesleri çok uzaktan, sinek vızıltısı gibi geliyor, bana uyku veriyordu. Biraz çabayla kendimi toparladım. Evlerinde kalmak için gelmediğime dair onlara güvence verdim; Henry Sokağı’nda oturan bîr arkadaşım vardı; o bana bir yer bulacaktı. O anda istediğim tek şey bir an önce kendimi dışarı atmak, kanımı donduran bu gevezeliklerden kurtulmaktı. Çantamı bırakarak ordan ayrıldım. Akrabalarımın “konukseverliği “ni atlatabilmek için uydurduğum arkadaş, uzaktan tanıdığım A. Solotaroff adında genç bir anarşistti; New Haven’da bir kez konuşmasını dinlemiştim, tşte şimdi derdim onu bulmaktı. Uzun bir arayıştan sonra evi keşfettim; ne var ki kiracılar çoktan taşınmıştı. Başlangıçta kaba davranan kapıcı umarsızlığımı fark etmiş olmalı ki, ailenin bıraktığı yeni adresi getirmeye gitti. Çok geçmeden sokağın adının yazılı olduğu bir kâğıtla geri geldi, ancak evin numarası yoktu. N’apacaktım şimdi? Koskoca kentte nasıl bulacaktım Solotaroff u? Önce yolun bir kenarındaki, sonra da öteki kenarındaki tüm evlere bir bir sormaya karar verdim. Bir yukarı bir aşağı altışar kat  merdiveni başım zonklayarak ayaklarımı sürüyerek çıktım indim, çıktım indim. Boğucu günün sona ermesine bir şey kalmamıştı.

Tam umudumu yitirmek üzereydim ki onu Montgomery Sokağı’ndaki köhne bir evin beşinci katında kaynaşan bir kalabalığın içinde görü verdim. Karşılaşmamızın üzerinden bir yıl geçtiği halde Solotaroff beni unutmamıştı. Eski bir dost gibi, içten bir sıcaklık gösterdi. Annesi, babası ve erkek kardeşiyle daracık bir daireye sıkışmışlardı ama kendi odasını bana vererek, birkaç geceliğine bir arkadaşında kalabileceğini söyledi. Yer bulmakta güçlük çekmeyeceğime ilişkin güvence verdi; aslında iki odalı bir evde babalarıyla oturan iki kız kardeş tanıyordu. Genç bir kızı kiracı olarak almak istediklerini duymuştu. Yeni arkadaşım annesinin pişirmiş olduğu nefis yahudi çöreğiyle çay ikram ettikten sonra, bana biraz da o çevredeki insanlardan, Yahudi anarşistlerin eylemlerinden ve daha bir alay ilginç olaydan söz etti. Ev sahibime, sunduğu çörekle çaydan çok, bana gösterdiği dostça kaygı ve camamde-rıe’den dolayj şükran duydum. Kendi ailemin içimi dağlayan acımasız davranışını bana unutturmuştu. New York, Bowery’yi sıkıntıyla arşınladığım bitmez tükenmez saatlerdeki canavar değildi artık gözümde. (“Yeni dostlar ediniyorum”)
Solotaroff beni daha sonra Doğu Yakası radikalleri, sosyalistleri ve anarşistleriyle. genç Yahudi yazarlarla şairlerin karargâhı olan Sachs’ın Suffolk Caddesi’ndeki kahvesine götürdü, “Herkes buraya gelir,” dedi, “Minkİn hemşirelere de burda rastlayacağımıza kalıbımı basarım.”
Rochester gibi yeknesak bir taşra kentinden yeni gelmiş ve geceyi sıkıntılı bir yolculukla geçirmiş olmaktan sinirleri gergin biri İçin, gürültü ve karmaşasıyla Sachs’ın yeri hiç de sakinleştirici sayılmazdı. Tıklım tıklım iki odadan ibaret bu yerde herkes, birbiriyle yanşırcasma, el kol hareketleriyle bir ağızdan İbranice ve Rusça konuşup tartışıyordu. Bu garip karmaşa beni adeta büyülemişti. Kavalyem masalardan birinde gözüne ilişen iki kızı bana, “Anna ve Helen Minkin” diye tanıştırdı. Rus Yahudisi olan kızların İkisi de işçiydi. Büyükleri Anna, ben yaşlardaydı; Helen ise on sekizinde gösteriyordu. Kısa zamanda onlarda kalmam konusunda anlaştık, böylece kaygıdan ve belirsizlikten kurtulmuş oldum. Artık başımın üstünde bir dam vardı ve yeni dostlar bulmuştum. Sachs’daki şamata rahatsız edici olmaktan çıkmıştı. Daha rahat soluk almaya başladığımı ve eskisi kadar yabancılık çekmediğimi fark ettim. Dördümüz birlikte yemeğimizi yerken ve Solotaroff bana kahvedeki insanlardan bazılarının kim olduğunu söylerken, güçlü bir sesin, “Bana bir büyük biftek ve bir büyük fincan kahve!” diye yankılandığını duydum. Kendi param o kadar az ve parayı dikkatli harcama zorunluğu öylesine dayatıcıydı ki, göz göre göre yapılan bu israf karşısında afallamıştım. Üstelik de Solotaroff daha önce bana Sachs’ın müşterilerinin sadece yoksul öğrenciler, yazarlar ve işçiler olduğunu belirtmişti. Bu düşüncesiz insan kim olduğunu ve bu tür yemeğe nasıl para dayandırdığını doğrusu merak etmiştim. “Kim bu aç gözlü?” diye sordum. Solotaroff katıldı gülmekten. “Alexander Berkman o. Üç kişinin yediğini yiyebilir bir oturuşta. Ama nadiren yiyecek alacak parası bulunur. Öyle zamanlarda da Sachs’da ne var ne yok siler süpürür. Tanıştırırım sizi.”
Yemeğimiz bitmişti. Başka masalardan kimileri Solotaroff la sohbet etmek için masamıza geldi. Kocaman bifteğin sahibi ise kıtlıktan çıkmış gibi tabağımdakileri silip süpürmekle meşguldü. Tam kalkmak üzereyken yanımıza yaklaştı; Solotaroff bizi tanıştırdı. Ancak on sekizinde gösteren biri olmasına rağmen göğsü ve boynu bir dev kadar gelişkindi. Güçlü çenesi kalın dudaktan Ötürü daha da belirgin görünüyordu. Geniş, aydınlık alnı ve zeki bakışları olmasa yüzünün sert denebilecek bir ifadesi vardı. Kararlı bir gence benziyor diye geçirdim aklımdan. Bu arada Berkman bana, “Bu gece Johann Most’un konuşması var. Dinlemek İster miydin?” diye sordu. (“Johann Most beni büyülüyor”)
Olağanüstü bir şeydi bu; daha New York’a geldiğim ilk günde Rochester basınının şeytanın yeryüzündeki temsilcisi, cani, kana susamış iblis olarak betimlediği ateşli konuşmacıyı kendi gözlerimle görme fırsatı doğmuştu. Most’u gazetesinde ziyaret etmeyi aklıma koymuştum zaten, ama bu fırsatın böylesine beklenmedik bir biçimde ortaya çıkışı İçimde hayatımın akışını bütünüyle değiştirecek harikulade bir şeyler olacağı duygusunu uyandırdı. Toplantı salonuna giderken düşüncelere daldığımdan, Berkman’la Minkİn kardeşlerin neler konuştuğunun farkında bile olmadım. Birden bire tökezledim. Berkman kolumdan yakalayıp yardım etmese yere kapaklanacaktım, “Hayatını kurtardım,” dedi şakayla. Ben de hemencecik, “Umarım ben de bir gün seninkini kurtarma fırsatı bulurum,” diye yapıştırdım. Toplantının yapılacağı küçük salona bir meyhaneden geçilerek giriliyordu. Salon içki, sigara içip konuşan Almanlar’la doluydu. Az sonra Most göründü. İlk izlenimim hiç de olumlu sayılmazdı. Orta boyluydu; çalı gibi kır saçların kapladığı kocaman bir kafası vardı. Ancak yüzünün sol yanı, besbelli çene çıkığından, çarpılmıştı. Sadece mavi gözleri dingin ve anlayışlıydı.
Konuşması, Amerikan koşullarını yeren yakıcı bir eleştiri, egemen güçlerin haksızlığı ve gaddarlığı konusunda keskin bir hiciv, Hay-market trajedisinden ve 1887 Kasımı’nda Chicago anarşistlerinin idamından sorumlu olanlara karşı ateşli bir söylevdi. Yetenekli ve güçlü bir konuşmacıydı. O konuşurken sanki bir büyü olmuş, fiziksel kusurları ve sıradanlığı kaybolarak, nefret ve sevgi, kudret ve esin kaynağı ilkel bir güce dönüşmüştü. Akıcı konuşması, ahenkli sesi ve kıvrak zekâsı bir araya gelince akıl almaz bir etki yaratıyordu. Sözleri yüreğime işledi. Kürsüye akan kalabalıkla kendimi aniden Most’un karşısında buldum. Yanı basımdaki Berkman beni ona tanıştırdı. Ne var ki, ben heyecandan ve gerginlikten sersem gibiydim; Most’un konuşması yüreğimi allak bullak etmiş, adeta dilim tutulmuştu.
O gece uyku tutmadı. 1887 olaylarını yeniden yaşadım. Chicago emekçilerinin şehit edildiği 11 Kasım, Kara Cuma’nın üzerinden yirmi bir ay geçmişti; oysa olay en ince ayrıntısına kadar beynimdeydi ve daha dün olmuşçasına etkisini sürdürüyordu. Duruşmaları sırasında ben de, kız kardeşim Helena da bu insanların kaderleriyle yakından ilgilenmiştik. (“Johanna Greie’nin konuşmasını dinliyorum”)

Rochester gazetelerinin açıkça önyargılı haberleri bizi öfkelendiriyor, kafamızı karıştırıyor ve üzüyordu. Basının sergilediği şiddet, suçlananlar aleyhindeki ihbarlar, tüm yabancılara karşı yürütülen saldırılar Haymarket kurbanlarına yakınlık duymamıza yol açmıştı. Rochester’de, sosyalist bir Alman grubun her pazar Germania Hail’ da toplandığını duymuştuk. Ablam Helena’yla bu toplantılara katılmaya başladık. Ben düzenli olarak izlerken, o arada sırada geliyordu. Toplantılar genellikle ilginç olmasa da, Rochester’dekİ boğucu yaşamımdan biraz olsun kurtulmama imkân tanıyordu. Burada sonu gelmeyen para ve iş sohbetlerinden farklı bir şeyler duymak, yürekli ve fikir sahibi insanlarla karşılaşmak İmkânı vardı. Bir pazar günü, New York’tan Johanna Greie adlı ünlü bir sosyalistin Chicago’da süren duruşma ile ilgili bir konuşma yapacağı duyuruldu. Söz konusu günde toplantıya ilk gelen ben olmuştum. Koskoca salon sabırsızlıkla konuşmacının gelmesini bekleyen kadın ve erkeklerle tıklım tıklım dolmuş, duvar kenarlarınaysa polisler sıralanmıştı. Böylesine muazzam bir toplantıya ilk kez katılıyordum. St. Petersburg’day-ken jandarmaların küçük Öğrenci topluluklarını dağıtışına tanık olmuştum. Ancak özgür konuşma hakkının güvence altında olduğu bu ülkede, uzun coplar taşıyan güvenlik görevlilerinin düzenli bir toplantıyı ihlal etmesi bende dehşet ve tepki uyandırdı.
Çok geçmeden başkan konuşmacıyı kürsüye davet etti. Otuzlarında, solgun yüzlü ve sade görünümlü, kocaman gözleri ışıl ışıl yanan bir kadındı bu. Yoğunluktan titreyen sesiyle, büyük bir içtenlikle konuşuyordu. Tümüyle etkisi altında kalmıştım. Polisi, öteki izleyicileri ve et-rafımdaki her şeyi unutmuştum. Sadece, siyahlı narin kadının sekiz canı yok etmeye kararlı güçleri suçlayan ateşli feryadı vardı kulaklarımda. Konuşmanın konusu tümüyle Chicago’da meydana gelen vahim olaylarla ilgiliydi. Olayların tarihsel arka planını anlatarak başladı söze. Sekiz saatlik iş günü için 1886′da ülke çapında baş gösteren grevlerden söz etti. Hareketin merkezi Chicago olduğu için patronlarla emekçiler arasındaki mücadele burada en şiddetli biçimde gelişmişti. McCormick Harvester Şirketi’nde grevde olan işçilerin toplantısını basan polis, kadın erkek kim varsa dayaktan geçirmiş, birkaç kişiyi de öldürmüştü. Bu olayı protesto etmek İçin 4 Mayıs’ta Haymarket Alam’nda bir kitle gösterisi düzenlenmişti. Düzen İçinde gerçekleşen mitingin başlıca konuşmacıları Albert Parsons, August Spİes, Adolph Fischer’di. Olup biteni izlemek İçin mitinge katılan Chicago Valisi Carter Harrison da, her şeyin yolunda gittiğini gördükten sonra ayrılırken, bölgeden sorumlu komisere bu yolda bilgi vermişti. (“Hay market Olayı”)
Mitingin sonuna doğru hava bulutlanmış, yağmur çiselemeye başlamıştı; son konuşmacılardan biri kürsüdeyken kalabalık da yavaş yavaş dağılıyordu. O sırada Yüzbaşı Ward hatırı sayılır bir polis gücüyle alana girdi. Toplantının hemen dağılmasını emretti. “Bu yasaların güvencesi altında yaptlan bir toplantıdır,” diye karşı koyan başkanın sözlerine aldırmayan polis, önüne geleni coplamaya başladı. Bunlar olurken havada şimşek gibi parlayan bir şey patlayarak polislerden birkaçının ölmesine, bazılarının da yaralanmasına neden oldu. Bunu yapamtı kim olduğu hiçbir zaman anlaşılamadı; yetkililer de öğrenmek için fazla çaba göstermedi zaten. Tersine Hay-market toplantısında konuşanların tümü ve önde gelen anarşistler için derhal tutuklama emri çıkartıldı. Tüm basın organları ve Chicago burjuvazisinin yanı sıra ülkenin her yanından, “tutuklulara ölüm!” çığlıkları yükseliyordu. Anarşistlere karşı yürütülen caniyane planları gerçekleştirmek amacıyla Vatandaşlar Biriiği’nden maddi ve manevi destek sağlayan polis, saldırıya geçti. Halkın beyni, grevin önderleri hakkında basının yaydığı iğrenç hikâyelerle öylesine yıkanmıştı ki, adil bir biçimde yargılanmaları mümkün değildi artık. Gerçekten de bu duruşma, Amerika Birleşik Devletleri tarihinin en uydurma duruşmasıydı. Jüri mahkûm etmek amacıyla seçilmişti; Başsavcı, suçlananın sadece tutuklular olmadığını, bu davada “anarşinin de yargılanacağını” ve kökünün kazınacağını açıkça ilan etti. Kürsüsünden tutukluları sürekli suçlayan yargıç, jürinin onlar aleyhinde etkilenmesine neden oldu. Tanıklar ya ürkütülmüş ya da rüşvetle satın alınmıştı; sonuçta olayla hiç ilgisi bulunmayan, suçsuz sekiz adam hüküm giydi. Halkın tahrik edilmesi ve genelde anarşistlere karşı önyargılı tutum, sekiz saatlik iş gününe şiddetle karşı çıkan işverenlerin baskısıyla birleşince, Chicago anarşistlerine verilecek hukuki idam hükmünü sağlayıcı hava oluşturulmuştu. Bunlardan beşi –Albert Parsons, August Spies, Louİs Lİngg, Adolph Fischer ve George Engel- asılarak İdama; Michae Schwab ve Samuel Fielden ömür boyu hapse ve Neebe on beş yıla mahkûm edildiler. Hay-market şehitlerinin masum kanları yerde kalmamalıydı.
Greie’nin sözleri sona erdiğinde, başından beri tahminlerimde yanılmadığımı anlamıştım: Chicago sanıkları suçsuzdu. İdealleri yüzünden Öldürüleceklerdi. Ama neydi İdealleri? Johanna Greie Parsons, Spies, Lİngg ve ötekilerin sosyalist olduklarını söylüyordu, ancak ben sosyalizmin gerçek anlamını bilmiyordum. Yerel konuşmacıların an tattıklarından mekanik ve renksiz olduğu İzlenimi uyanmıştı bende. (“Toplumsal bilincim uyanıyor”)

Öte yandan gazetelerin yazdığına göre bombalı anarşistlerdi bu adamlar. Anarşizm neydi peki? Bütün bunlar öyle kafa karıştırıcıydı kii Ancak daha fazla akıl yürütecek durumda değildim. Salon boşalıyordu, ben de yerimden kalktım. Greie, aşkan ve arkadaşları henüz kürsüden inmemişlerdi. O tarafa baştmı çevirdiğimde, Greie’nin bana işaret ettiğini fark ettim. Dona kalmıştım, yüreğim şiddetle çarpıyor, ayaklarım kurşun gibi ağırlaşmış kımıldamıyordu. Kürsüye varınca elimi tutarak, “Karmaşık duygularını sizinki gibi yansıtan bir başka yüze rastlamadım bu güne değin. Yaklaşan felaketi tüm yakıcılığıyla hissettiğiniz anlaşılıyor. Tanıyor musunuz onları?” diye sordu. Titreyen bir sesle, “Ne yazık ki hayır,” dedim, “Ancak bu dava konusunda çok duyarlıyım, siz konuşurken de sanki onları tanıyormuşum gibi geldi bana.” Elini omzuma koydu, “Önsezim bana, ideallerini öğrendiğinizde onları daha yakından tanıyacağınızı, bu İdealleri benimseyeceğinizi söylüyor,” dedi. Eve nasıl gittiğimi hatırlamıyorum; rüyada gibiydim. Ablam Hele-na çoktan uyumuştu; oysa yaşadıklarımı onunla paylaşmadan edemezdim. Uyandırarak başımdan geçenleri, konuşmanın nerdeyse tek bir sözcüğünü kaçırmadan anlattım, tyice dramatize etmiş olmalıyım ki ablam heyecanla, “Bundan çok geçmeden küçük kardeşimin de tehlikeli bir anarşist olduğunu duyarsam şaşmam,” dedi.
Birkaç hafta sonra tanıdık bir Alman aileyi ziyarete gittim. Hepsi heyecan içindeydi. New York’tan biri, Johann Most’un yayınladığı bir Alman gazetesi olan Die Freiheit’ı göndermişti onlara. Gazete baştan başa Chicago olaylarının haberleriyle doluydu. Soluk kesici dili o güne değin duyduklarımın hiçbirine, ne sosyalistlerinkine hatta ne de Johanna Greie’ninkine benziyordu. Meydan okuyan, alay ve horgörü lavları saçan bir yanardağ gibiydi; Chicago’da işlenecek inayeti tezgahlamakta olan güçlere karşı nefret kusuyordu. Die Freiheit’ı düzenli okumaya başladım. Gazetede tanıtılan kitaplan ısmarladım; anarşizm konusunda ne bulursam okuyor, ünlü anarşistlerin yaşamları ve eylemlerine ilişkin her sözcüğü nerdeyse yutuyordum. Duruşma sırasındaki yiğitçe direnişlerini, harikulade savunmalarını okudum. Önümde yepyeni bir dünyanın açıldığını gördüm. Herkesin korktuğu ve olmamasını dilediği feci şey sonunda gerçekleşti. Rochester gazetelerinin özel baskılarında Chicago anarşistlerinin asıldığı haberi veriliyordu! Helena da ben de yıkılmıştık. Olayın yarattığı şok ablamın iyice asabını bozmuştu; ellerini oğuşturmaktan ve sessizce gözyaşı dökmekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Ben ise uyuşmuş gibiydim; duygularım ağlayamayacak kadar körelmişti sanki. (“Sekizlerin şehit edilişi”)

O akşam babamlara gittik. Herkes Chicago olaylarını tartışıyordu. Ben kendi yakınlarımı kaybetmişçesine acıma gömülmüştüm. Birden kulağıma duyarsız bir kadın kahkahası çarptı. Cırlak bir ses, “Nedir bu matem havası? Herifler katil değil miydi? Asıldıkları iyi oldu,” diyordu istihzayla. Bir sıçrayışta kadının yanında buldum kendimi; boğazına yapıştım. Ne var ki, birileri bana engel olmaya çalışıyordu. “Kız çıldırmış” dediklerini duydum. Silkinerek kendimi kurtardım; masadan kaptığım su dolu bir sürahiyi var gücümle kadının suratının orta yerine fırlattım. “Defol,” aiye bağırdım; “defol, yoksa Öldüreceğim seni!” Ödü kopan kadın kapının yolunu tuttu; bense hıçkıra hıçkıra ağlayarak olduğum yere çöktüm. Yatağa taşındığımı anımsıyorum; çok geçmeden derin bir uykuya daldım. O gecenin sabahında, haftalarca süren gerilimli bekleyişin ve onu izleyen felaketin yarattığı uyuşukluktan kurtulmuş olarak ama sanki uzun sürmüş bir hastalıktan yeni kalkmış gibi uyandım. Güçlü bir sezgiyle benliğimde yepyeni ve olağanüstü bir değişikliğin meydana geldiğini hissediyordum. Yüce bir ideal, yakıcı bir inanç, kendimi şehit yoldaşlarımın anısına adama, onların davasını benimseme, güzel hayatlarını ve destansı ölümlerini dünyaya duyurma kararlılığı. Johanna Greİe kehanette belki sandığından da isabetliydi.
Kararımı vermiştim. New York’a, Johann Most’a gidecektim. Önüme koyduğum göreve beni ancak o hazırlayabilirdi. Ancak kocam, annem, babam – onlar benim bu kararımı nasıl karşılayacaktı?
Evleneli sadece on ay olmuştu. Mutlu bir beraberlik sayılmazdı bizimki. Daha başından kocamla benim zıt kutuplardan olduğumuzu anlamıştım; hiçbir ortak yanımız yoktu, cinsel bakımdan bile uyuşmuyorduk. Amerika’ya geldiğimden beri  başıma gelen her şey gibi bu girişim de büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı. Amerika, “Özgür insanlar ülkesi, yiğitler yurdu” – kuyruklu bir yalandı bana göre bu artık! Oysa Helena İle Amerika’ya göçmemize izin vermesi için babamla nasılda kıyasıya mücadele etmiştim! Sonunda kazandım ve 1885 yılı aralık ayı sonlarında Hetena ile St. Petersburg’dan Hamburg’a gitmek üzere ayrıldık; ordan da Eibe adındaki buharlı gemiyle Vaat Edilmiş Top-raklar’a doğru yola çıktık. Bundan birkaç yıl önce büyük ablamız Amerika’ya gitmiş, evlenerek Rochester’e yerleşmişti. Mektuplarında çok yalnız olduğundan dem vurarak habire Helena’yı yanına çağırıyordu. Sonunda Helena gitmeye karar verdi. Ne var ki ben, bana annemden bile yakın olan Helena’dan ayrılmaya katlanamazdım, Helena da babamla aramızdaki düşmanca çekişmeyi bildiği İçin beni arkada bırakmak istemiyordu. (“Amerika yolculuğum”)
Yol masraflarımı ödemeyi önermesine rağmen babamdan izin koparamadık. Yalvarıp yakarmam, döktüğüm gözyaşları para etmedi. Sonunda kendimi Ne-va’ya atacağımı söyleyerek tehdit edince boyun eğdi. Cebimdeki yirmi beş rubleyle -İhtiyar ancak bu kadar fedakârlıkta bulunmuştu- hiç pişmanlık duymadan evi terk ettim. Çocukluk anılarım hiç de parlak değildi; hatırladığım kadarıyla ev her zaman boğucu, babamın varlığı ise ürkütücüydü. Babam kadar sert olmayan annem de çocuklarına karşı yumuşak davranmazdı. Bana sevgiyle yaklaşan bir Helena vardı; çocukluğumda beni sevindiren ne varsa ona borçluydum. Kardeşlerinin suçlanmaması için her şeyi üzerine alırdı. Erkek kardeşimin ve benim yerime çoğu kez dayağı o yerdi. Artık büsbütün beraberdik – kimse bizi ayıramazdı.
Yolculara sürü muamelesi edilen kasara altında seyahat ediyorduk. Denizle ilk karşılaşmam ürkütücü olduğu kadar büyüleyiciydi de. Evden kurtuluş, sonsuzluğa uzanan okyanusun farklı zamanlardaki ihtişamı ve gizeminin yanı sıra Yeni Dünya’nın bana neler sunacağı hayal gücümü kamçılıyor, kanımı kaynatıyordu.
Yolculuğumuzun son gününü olduğu gibi anımsıyorum. Yolcular güverteye yığılmıştı. Helena’yla birbirimize sımsıkı sarılmıştık; limanın görüntüsü ve sisler içinden birdenbire ortaya çıkan Özgürlük Anıtı büyülenmişti bizi. işte orada duruyordu; umudun, özgürlüğün ve fırsatların simgesi! Ülkelerindeki baskıdan kaçarak özgür ülkeye sığınanların yolunu aydınlatmak İçin meşalesini yüksekte tutuyordu. Helena’yla ben de Amerika’nın cömert gönlünde kendimize bir yer bulacaktık. Coşku içindeydik, gözlerimiz yaşla dolmuştu.
Öfkeli seslerle düşlerimizden uyandık. El kol hareketleriyle dertlerini anlatmaya çalışan hiddetli adamlar, isterik kadınlar, ağlayan çocukların arasında kalmıştık. Nöbetçiler bizi kabaca oradan oraya itekliyor, göçmenlerin giriş işlemlerinin yapıldığı Castle Garden’a gönderilmeye hazır olmamız için buyruklar yağdırıyordu.

Castle Garden’daki manzara tüyler ürperticiydi, havaya nefret ve kabalık sinmişti. Görevlilerin hiçbirinin yüzünde en ufak bir sıcaklık belirtisi görmek mümkün değildi. Gelenleri rahat ettirecek hiçbir hazırlık yapılmamış, ne hamile kadınlar ne de çocuklar düşünülmüştü. Amerikan toprağındaki ilk günümüzde neye uğradığımızı şaşırmıştık. Bu korkunç yerden bir an önce kurtulmaktan başka dileğimiz yoktu. Rochester’e New York’un “Çiçek Şehri” dendiğini duymuştuk; oysa oraya ocak ayının kasvetli ve soğuk bir sabahında vardık. (“Rochester’e yerleşiyorum”)
Bizi karnı burnunda olan ablam Lena ile Rachel teyze karşıladı. Lena’nın evi küçük ama aydınlık ve tertemiz, tiril tirildi. Helena’yla benim için hazırlamış olduğu oda çiçeklerle donatılmıştı. Ev gün boyunca konuklarla dolup taştı -hiç tanımadığımız akrabalar, kız kardeşimin ve kocasının dostları ve komşuları bizi görmek, eski ülkelerinde neler olup bittiğini Öğrenmek istiyorlardı. Bunlar Rusya’da büyük acılar çekmiş, kimi kıyımlardan canını kurtarmış Yahudİler’dİ. Yeni ülkede yaşamın çetin olduğunu söylüyorlardı; kendilerine hiçbir zaman ev sahipliği etmemiş eskî ülkelerine duydukları özlem dinmemişti.
Konukların arasında yükünü tutmuş olanlar da vardı. Adamın biri övünçle altı çocuğunun altısının da çalıştığını, kiminin ayakkabı boyacılığı, kiminin de gazete satıcılığı yaptığını söyledi. Herkes bizim geleceğimiz konusunda kaygılanıyordu. Kaba saba bîr adam akşamdan beri gözlerini bana dikmiş yukardan aşağı süzüp duruyordu; bir ara yanıma kadar gelerek kollarımı ellemeye kalktı. Çarşının orta yerinde çini çıp-lakmışım gibi geldi. Kabaran öfkemi kız kardeşimin dostlarının hatırını kırmamak İçin tuttum. Kendimi birdenbire yapayalnız hissederek odayı terk ettim. Geride bıraktıklarıma, sevgili Neva’ma, arkadaşlarıma, kitaplarıma, müziğime duyduğum özlemle içim yanıyordu. Birden bitişik odadan yükselen seslere kulak kabarttım. Beni kızdıran adamın, “Garson ve Mayer’de ona iş bulabilirim. Aylığı az olsa da çok geçmeden kendine bir koca bulur. Onun gibi etine dolgun mavi gözlü, al yanaklı bir kızın uzun uzadıya çalışması gerekmez. Yakında onu kapacak, ipekler ve elmaslar içinde yaşatacak biri çıkar,” dediğini duydum. Bu sözler bana babamı hatırlattı. Daha on beşimdeyken ısrarla beni evlendirmeye kalkmıştı. Ben karşı çıkarak okuluma devam etmek İçin yalvarmıştım.
Öfkesini yenemeyerek Fransızca dilbilgisi kitabımı ateşe atmış, “Kızların çok bir şey öğrenmesi gerekmez!” diye bağırmıştı; “Bir Yahudi kızı gefullte balığının nasıl pişirileceğini, erişteyi incecik kıymayı, kocasına çok çocuk yapmayı bilsin yeter.” Onun benim İçin tasarladıklarına kulak asacak değildim; okumak, hayatı öğrenmek, seyahat etmek istiyordum ben. Üstelik âşık olmadan evlenmemek konusunda da kararlıydım. Aslında, Amerika’ya gitmek isteyişimin başlıca nedeni babamın beni evlendirme niyetinden kurtulmaktı, Oysa beni evlendirme girişimleri bu yeni ülkede bile peşimi bırakmıyordu. Pazarlık konusu olmamaya kararlıydım; mutlaka bir iş bulacaktım.
Lena ablam ben aşağı yukarı on bir yaşındayken Amerika’ya gitmişti. Ben daha çok Kovno’da oturan büyükannemde kalıyordum; ailenin geri kalanı ise Kurland’m Baltık eyaletine bağlı küçük Popelan kasabasında yaşamaktaydı. (“Helena aile ilişkilerimizi açıklıyor”)
Lena bana hep düşmanca davranırdı; beklenmedik bir biçimde nedenini öğreni verdim bir gün. O sırada en fazla altı yaşında olmalıyım; Lena da benden iki yaş büyük. Birlikte misket oynarken, ablam Lena nedense boyuna oyunu benim kazandığımı öne sürerek üzerime yürüdü; hıncını alamayarak beni tekmelerken, bir yandan da, “Tıpkı babana benziyorsun! O da bizim hakkımızı yedi! Babamızın bize bıraktığı parayı çaldı. Nefret ediyorum senden! Benim kardeşim değilsin sen!” dîye bağırıyordu. Lena’nın bu beklenmedik patlayışı beni dondurmuştu. Birkaç saniye kadar nutkum tutulmuş, ona bakakaldım; çok geçmeden gerginliğim bir ağlama nöbetine dönüştü. Hıçkıra hıçkıra çocukluğumun tüm dertlerini paylaştığım Helena’ya koştum. Lena’nın, “baban hakkımızı yedi” demekle ne kastettiğini ve neden beni kardeşi saymadığını sordum. Helena her zaman olduğu gibi beni kollarına alarak avutmaya, Lena’nın söylediklerini hafifletmeye çalıştı. Helena’nın yanından ayrılarak anneme gittim ve ondan Helena ile Lena’nın babalarının genç yaşta öldüğünü, annemin daha sonra babamla evlenerek beni ve erkek kardeşimi dünyaya getirdiğini öğrendim. Üvey çocukları olsa da, babamın Lena’nın da Helena’nın da babaları olduğunu söyledi. Babamın kızlara kalan parayı kullanmış olduğu doğruydu. İşe yatırmış, ama iş batmıştı. Hepimizin iyiliği için yapmıştı bunu. Annemin anlattıkları büyük acımı dindirmeye yaramadı. “Babamın o parayı kullanmaya hakkı yoktu!” diye bağırdım. “Yetim onlar. Yetimin hakkını yemek günahtır. Keşke büyük olsaydım da Ödeyeoilseydtm o parayı onlara. Evet, ödemeliyim o parayı. Babamın günahının kefareti bana düşüyor.”
Alman dadımdan yetimlerin hakkını yiyenlerin asla cennete gidemeyeceklerini duymuştum. Cennetin ne olduğunu pek bilmiyordum. Musevi törelerini yerine getiren, cumartesileri ve bayram günleri sinagoga giden ailemiz, din konusundan nadiren söz açardı bizlere. Tanrı, şeytan, günah ve cezaya ilişkin fikir edinmem dadım ve Rus köylü hizmetkârlarımız sayesinde oldu. Bu borcu ödemezsem babamın cezalandırılacağından kuşkum yoktu.
Bu olayın üzerinden on bir yıl geçmişti. Lena’nın neden olduğu üzüntüyü çoktan unutmuştum, ama onu hiçbir zaman Helena’yı sevdiğim gibi sevemedim, Amerika’ya giderken yol boyunca Lena’nın bana karşı neler hissettiğini düşünüp durdum; ne var kî karnında taşıdığı ilk çocuğuyla onu gördüğümde, ufacık solgun yüzü ve çökük avurttan yüreğimi parçaladı, aramızda hiçbir şey olmamış gibi içim şefkatle doldu. (“Çalışmaya karar veriyoruz”)
Geldiğimizin ertesi günü üç kız kardeş evde baş başa kaldık. Lena yalnızlıktan yakınarak, evi ve hısım akrabayı ne kadar özlediğini dile getirdi. Önce Rachel teyzenin evinde hizmetçilikle, daha sonra Steİn’ın hazır giyim atölyesinde ilik yaparak geçirdiği çileli günleri anlattı. Nihayet bir eve sahip olmuştu ve bir bebek bekliyordu. Bundan mutluluk duymasına rağmen, “Yaşam gene de çok zor,” diyordu Lena. “Kocam tenekecilikten haftada on iki dolar kazanıyor. Yazın yakıcı sıcağında, kışın dondurucu soğuğunda, hayatını tehlikeye atarak çatıları onarıyor. Rusya’da Berdichev’de daha sekiz yaşındayken başlamış bu işe. O günden bu yana çabalayıp duruyor.”
Helena’yla odamıza çekilince vakit geçirmeden İşe girmeye karar verdik. Eniştemize bir de bizim yük olmamız doğru değildi. Haftada on iki dolar ve yeni doğacak bir bebek! Helena birkaç gün sonra bir fotoğrafçıda İş buldu; Rusya’da da yaptığı bir işti bu, negatifleri rötuşlaya-çaktı. Ben de Garson ve Mayer’e girdim; palto dikiminde günde on buçuk saat çalışıyor, haftada iki buçuk dolar kazanıyordum…..